Yaşam

Dazai’nin ‘ebedi boşluğa’ attığı misina

1945 öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılan Japonya tarihine örnek olarak memnuniyet oyunları oynadığı ve bu maskesini kaldırdığı dönemde hayatı ikiye bölünen Osamu Dazai; Genç yaşlarından itibaren milliyetçiliğin egemen olduğu ülkesiyle hesaplaşmaya çalışırken, maneviyat dalgaları nedeniyle intihara meyilli bir hayat sürmeye başladı.

Dazai’nin kitaplarına yansıyan hüznü, intiharından önce bıraktığı “Doğduğum için beni affet” notuyla doruğa ulaştı. Huzursuz, telaşlı, ikilemlerle boğuşan ve yirminci yüzyılın başında Japonya’yı kasıp kavuran şiddet kültürünü eleştiren yazar, hayatını alt üst eden çelişkileri ve rahatsızlıkları “ben-romancı” olarak metinlerinde kullanmıştır. Ülkesindeki gelenek-yenilik karmaşasının yanı sıra insani çıkarlardaki boşluklar, omurgasındaki hassasiyet ve çelişkiler, yazarın roman ve hikâyelerinin ana unsurlarını oluşturuyordu.

Dazai, 1900’lerin başında Japonya’da yaşanan dönüşüm sancıları, yabancılaşma ve varoluşsal bunalımları, iç çatışmaları ve kişisel krizleri yazarken adeta insan olmanın ağır yükünü omuzladığını hissediyordu. Hatta bir hikâyesinde anlatıcıya, 1930’lar ve 1940’larda hem ruhundaki fırtınaları hem de Japonya’daki buhranı anlatan “Dünya, insanların anlamsızca acı çektiği yerdir” dedirtti.

Dazai’nin İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırdığı Japonya ile yaşadığı yaşamın izlerini taşıyan Günün İlk Işıkları adlı eserinde otobiyografik unsurları, kişilik analizleri ile ülkesindeki kültürel, siyasi ve sosyal dalgalanmaları istikrarlı bir şekilde metinlerinde harmanlıyor. , yazarın doğup büyüdüğü ve öldüğü coğrafyanın toplumsal yapısından kesitler sunar. Hayatından kesitleri bize getiriyor.

‘AKLINDAKİ ŞEYLERİ KONTROL ETMEYEN BİR ÇOCUK OLDUM’

“Günün İlk Işıkları”nda Dazai, hayatını çevreleyen insanları, ilgi ağını ve Japonya’daki sosyal dokuyu anlatırken hayatını anlatıyor. Yani yazarın anıları ile ülkesinin tarihi kitapta buluşuyor: Dazai hatırlayabildiği kadarıyla ailesini ve tanık olduğu kadarıyla Japonya’yı anlatmaya çalışıyor. Bazen anılarını netleştirmeye çalışır, bazen de yaşadıklarını “ebedi boşluktan” çıkarmaya çalışır.

Günün İlk Işıkları, Osamu Dazai, Çeviri: Kuzey Baikal, 152 pp., Olvido Book, 2022.

Okula başladığı ve sonrasında sona eren çocukluğunu anlatırken annesi, teyzesi, kardeşleri ve babasıyla ilgili cümlelere rastladığımız metinlerde Dazai, hayatında Japon kültürünün izlerini taşır. Ardından “Anılar”da okul günlerinden bir anekdot paylaşıyor: “Başım ağrıyacak kadar çok çalıştığımı hiç hatırlamıyorum. Okuldan nefret ederdim. Bir kez bile oturup kitabımı açıp ders çalışmadım. Sadece komik kitaplar okuyordum, hepsi bu. Evdekiler kitap okuduğum sürece ders çalıştığımı zannediyorlardı. Ne zaman gerçekleri yazsam, başıma kötü şeyler gelirdi. Ailemin beni sevmediğini yazdığımda rehber öğretmen beni öğretmenler odasına çağırdı ve azarladı. Öğretmen, ‘Savaş çıkarsa depremden, şimşekten, yangından daha korkunçtur’ adlı kompozisyon için konuyu verdiğinde ve tabi ki babamızdan, bildiğiniz gibi hepimiz korkarız. Bu nedenle savaş çıkarsa hemen dağlara kaçacağım. Benimle gel, sanırım ben bir öğretmenim. Ben de insanım, sen de insansın böyle bir durumda hepimiz korkarız’ diye yazdım. Bu sefer hem okul müdürü hem de rehber öğretmen beni sorguya çekti.”

Kendisini “Düşüncelerime hakim olamayan bir çocuktum” olarak tanımlayan Dazai, hayatı boyunca bu alışkanlığından kurtulamadığı için sıkıntı ve endişeler yaşadığını da anlatıyor. Bu dönemde “Gelecekte büyük bir insan olacak mıyım?” Hayatında taraf tutan sorulara cevap bulmaya çalışan ve yazar olmak için can atan Dazai, hiçbir şeyle yetinememe halinin büyüsüne kapılır. Yazar olma hayali ve arzusu önce ağabeylerini sonra da ailenin geri kalanını alt üst eder.

‘YALNIZLIĞIMA VE MUHTEŞEMLİĞE KARŞI HER ZAMAN BAŞARILIYIM’

Dazai’yi “Ben-romancı” olarak tanımlayan Suiçi Kato’nun ifadesinden hareketle, Günün İlk Işıkları metinlerinde yazarın “Ben-hikayeci” olarak karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Anılarına, Fuji Dağı’na, kardeşlerine ya da Tokyo’ya baktığında bu yönün ağır bastığı açıktır. Kendisini inciten ya da büyüleyen görünüşleri anlatan Dazai, seyahatlerinde bazen kendini arar, bazen de Japonya’nın halipureleriyle uğraşır. Fuji Dağı’na bakarken nihilist ve naif bir zihniyete sahip olduğunu, Tokyo’dayken aklına ne gelirse onu yazmak istediğini belirtiyor. Benim işim… yazar olmanın eziyetinden başka bir şey değil… aksine yazar olmak bana zevk veriyordu; Yazarlık değil dünya görüşüm, sanat denen şey, geleceğin edebiyatı yani yenilik denen şey şu an bana uymayan şeyler canımı sıkıyordu ve abartmadan kıvranmama neden oluyordu. ağrı. (…) Edebiyatımı aptalca bir saçmalık veya abartı olarak yorumlamayanlardan kaç kişi, hayatımın nihai tutarlılığa ulaşmasının ne kadar acı verici olduğunun farkında görünüyor? Ancak yazar, okurlarına edebiyatı hakkında tek bir kelime bile empoze etmemelidir. Yazarın yapabileceği tek şey okuyucularının samimiyetini beklemektir.”

Dazai’nin ıstırabı sadece edebi değil; Ailesinden kovulması, fiziksel ve ruhsal sağlığının bozulması da onu tökezletiyor, hayat karşısında zayıflatıyor. Yazar, mağlup olduğunu ve bu yenilginin yolunu aydınlattığını düşünür.

Kendini metinlerin öznesi, anlatıcısı ve kahramanı yapan Dazai, bir yandan hayatının dönüm noktalarını, diğer yandan varlığını anlamlandırmaya çalışır. Bunu bazen bir köpekle olan bağını bazen de ülkesine nasıl geldiğini anlatarak yapar. Yazar, Tokyo’daki bu gerilimi açıkça seziyor: “İpekböceğinin kemirdiği bir dut yaprağını andıran Tokyo şehrinin tamamı gözümün önüne serildiğinde, orada yaşayan ve her biri kendi hayatını yaşayan onca insandan başka bir şey düşünemiyorum. . Böylesine anlamsız bir düzlükte Japonya’nın dört bir yanından insanlar akın akın ter içinde, bir parmak toprak için savaşırken ve her türlü değişen duygu karmaşası içinde birbirlerine nefretle bakıp düşman olurlar. ; dişiler erkeklerine seslenirken erkekler yarı çılgınca ortalıkta dolaşıyor.”

Hayatını bir drama olarak anlatan, çocukluğundan bu yana yaptığı her şeyi kağıda döken ve yazarken kendini öldürmeye bir adım daha yaklaşan Dazai ile karşılaşıyoruz. Bu nedenle ona göre her yazı kısa sürede gizli bir kavgaya ve intihar mektubuna dönüşüyor. Çoğunlukla kendine saldırır ve dertlerinden nasıl delirdiğini anlatır. “Ben hep kendi savaşımı vererek bugünlere geldim ama nedense bu savaşı hiç kazanamadım, hep yalnızlığıma ve çaresizliğime yenik düştüm” cümlesi, bahsi geçen deliliğin bir yansımasıdır.

‘Günün İlk Işıkları’ndaki metinleri içsel bir çöküntüyle okurken Dazai’nin kendisiyle, ailesiyle ve ülkesiyle hesaplaşmasını karakterize edebiliriz. Kısacası omurgadaki yenilgisini yazılı olarak zafere dönüştürmeye çalışan Dazai ile karşılaşıyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu